Cuma, Ekim 30, 2009

BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR-2

“BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR” yazımı; “Yazıma konu olmasını planladığım 25.10.2009 tarihinde tüm maskaralıkları ve şaklabanlıkları ile oynanan Fenerbahçe-Galatasaray komedisini sonraki yazıma bırakıyorum” diyerek sonlandırmış idim. Bu konuda yazılacak çok şey var şüphesiz her iki takımın çalışmalarını maça yansıtmışlıklarının değerlendirilmesi adına; Fenerbahçe, Galatasaray’ı iyi etüd etmiş, Kazım’ı tek ve parçalayıcı santrfor oynatmış, yok kanatları ikili ve kademe anlayışı çok üst seviyede olan futbolcularla kapamış, oyunun her iki yönüne hem savunma hem de hücuma uygun olarak ta kanatları çok başarılı kullanmış, sonuçta 10 yıldır yaptığını tekrarlamıştır vs. vs. Galatasaray ise; sürekli istatistiklere ve sürekli yan ve geri pas yaparak oynayan bir savunma hattı, topu golün olacağı bölgeye taşınması gereğini unutmuş, futbolu da mehter marşı ile oynayan ama yaklaşık 4 el freni görevi yapan üstüne üstlük her topu kaptıran orta saha ile oynayan bir oyun tutturmuş ve sonuçta yenilmiş. Şimdi bunun üstüne her isteyen; ister kısa, isteyen yüzlerce sayfa tutacak, futbol gerekleri ve geyikleri yapabilir, yok efendim hızlı hücummuş, yok efendim kademeli ve kontrollü savunmaymış, yok efendim 4-4-2 imiş, yok efendim 4-5-1 imiş, yok efendim futbolun gerek ve kurallarını Fenerbahçe daha iyi uyguladı vs. vs.

Böylesi bir yaklaşım, davranış, değerlendirme, sonuçlandırma ve kabullenme içinde; ahlak ve etik, fairplay kuralları ve en önemlisi de Türkiye Futbol Federasyon’u kararları ayaklar altına alınmış, çiğnenmiş ne gam, kimin umurunda FENERBAHÇE CUMHURİYETİ malı götürmüş ya, yeter.

İşte tam da burada; Prof. Dr. Müteahhitler devreye giriyor, müteahhitlik eyler iken edinip te kullandıkları, kafa-kol, ayarlama ya da yuvarlamalarla; “mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.” (yazımın 1. bölümü) gereği ve mucibince; konumuzun bu bölümünde de; Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem komitesi, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim kurulu ve de özellikle Medya üzerinde, müteahhitlikte edindikleri becerileri uygulayarak başarıya ulaşmaktadırlar; herhalde, gerçi bunun böyle olmasını ne arzu eder ne de umarız ama veriler maalesef böyle düşünmemizi sağlayacak yönde.

Konunun cılkını çıkarmak için elinden geleni yapan medya tutturmuş bir; “KADIKÖY atmosferinde bacağı titreyen bir futbolcular” masalı gidiyor, anlamak mümkün değil büyük bir çoğunluğu futbolcu eskisi, eğitimsiz oldukları bir kesinde ilaveten öğretimleri de “mahalle mektebi” düzeyini aşamamış ama adamları bir dinle abuk subuk mimiklerine ilaveten kasım kasım kasınarak; “fobi”, “korku” ile “büyük baskı altında insan davranışları” üzerine doktora yapmış adam edasıyla ve her biri sosyal psikolojinin üstad-ı keremi rollerinde, inanılmaz ve ne yazık ki katlanılmaz durum. (konunun öğretim ve eğitim tarafını tamamlamış ya da haddini bilen futbolcu eskilerini çok az olsalar da saygıyla tenzih ediyorum) Yahu Allahaşkına; Fenerbahçe’nin gecekondu stadına gelene kadar bu adamların nerede ise tamamı; Wembley, Elland Road, Maracana, Nou Camp, Santiago Bernabeu, Giuseppe Meazza, Roma olimpiyat Stadı, Stade de France gibi stadlarda oynamışlar ayakları titrememiş, Manchester United FC, FC Bayern Münich, Liverpool FC, Real Madrit, Milan FC, Roma FC, Paris Saint Germain FC, Barcelona FC, Atletico Madrit gibi dünya çapında takımlarda ya da onlara karşı futbol oynamışlar ayakları titrememiş ama gelmişler Fenerbahçe’ye karşı ayakları titremiş, “tuzlayayım da kokmayasınız”. Hani bu işkembeyi kübradan atışlarını evlerinde çoluk-çocuk otururken yapsalar kendi ailelerinden başkasına zarar vermeyecekler ama bunlar eğitim-öğretim seviyesi yeterince yüksek olmayan milletimize 7 gün 10 saat esası ve ulusal çapta yayın yapan yaklaşık 50 TV kanalında sınırsız ve fütursuzca hitap edince ortalık karışıyor, tüm hafta boyunca yani maçın ikincisine kadar sürmek kaydı ile tüm kahvehanelerde, ofislerde, fabrikalarda ve restoranlarda; “yandı gülüm keten helva”. Kaybolan işe mi yanarsın yoksa gereksiz sinirlenmeler neticesinde kırılan kalplere mi yanarsın, gereksiz kavga ve küfürleşmelere mi yanarsın, artık gel de karar ver.

Peki konu bu kadarla sınırlı kalabiliyor mu? Nerde…

Hemen TFF nin tüm kurulları ve kurumları devreye giriyor; başlangıç olarak ta hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan’ın başkanlığında Galatasaray’ı ve maçı kim en iyi ve en uygun biçimde katleder ve hedeflendiği gibi bitirir; tabii ki Bünyamin Gezer, hakem görevi (!!!) verilmiş bu zat, zannedersiniz ki Galatasaray karşısına değil de, Taksim Meydanı’na 1 mayıs kutlamaya gelmiş ayaktakımlarının karşısına çıkmış ta ver ha ver ayaktakımı dövecek. Bütün maç boyunca; daha önceleri bugüne hazırlık olsun diye idmanı yapılmış vaziyette, Akşam gazetesinde “hangi hakem hangi takımı tutuyor” diye hazırlanan haber mucibince, hatırlanacağı üzere burada Galatasaraylı hakemlerin başına, Bünyamin Gezer yazarak herkesi yanıltıp durumu ta o günlerden ayarlamışlardır, tıpkı yıllar önce hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan’ın da Galatasaraylı olduğu sızdırılıp sanki Fenerbahçeli olduğunu bilmiyormuşuz gibi yanıltma sağlayarak, hakemliği süresince Galatasaray’ı perişan etmiş idi.

Maçı anlatan Fenerbahçe taraftarı yayıncı kuruluşun 2 Melihinden biri “hakemin başına cisim geldi/düştü” diyerek sanki bu cisim uzay cismiydi de uzaydan geldi edası ile konuşarak durumu taraftarlığına uygun bir şekilde yumuşatmaya çalışıp, “eee bunlar her stadta oluyor fazla büyütmeye gerek yok” diyerek bu tür davranışların normal olarak görülmesi için elinden geleni yapmaktaydı. Tıpkı kendisini burada görevlendiren ağabeyleri gibi; Fenerbahçe’ye bağlılığını gizleyemiyordu.

“Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” demişti ya propagandanın profesörü Faşist Goebbels ama bunlar bu durumu daha da geliştirip daha veciz hale getirerek "bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ordinaryüslüklerini ilan etmişlerdir.

İşte görüldü, Bünyamin Gezer, nasıl bir Galatasaraylıdır, bu kadar olay olması nedeniyle oynatmaması gereken maçı oynattı, Arda’ya Galatasaray düşmanlığı ta Sivasspor’dan beri devam eden Blica denilen sokak kabadayısının maçın başlamasına 45 dakika kala Arda ve Aydın’a yaptığı darplar (aslında polis olarak bunu Bünyamin Gezerden daha iyi kim bilebilir acaba) yeterli değilmiş gibi oyun içinde yaptığı faul ve sportmenliğe aykırı davranışlara göz yumması bir yana neredeyse böyle yapması için cesaret vermiş, Müteahhit Aziz Yıldırım’ın ve Narkomanlığı yüzünden uzunca bir süre iş bulamamış Daum’un Cristian Baroni’ye özel taktik vererek ortalığı karıştırmak üzere motive etmesi, Lugano için zaten söylenecek bir şey yok; durmuyor çocuk yola devam ediyor, Kazım’ın nerede ise tekme tokat her hareketinin faul olmasına göz yumuyor, Emre efendi tarak kemiği kıracak kadar sert oynuyor ama Bünyamin Gezer için ne gam, Carlos’un itiraf ettiği üzere Vederson’un yardım ve yataklığı ile Keita’nın her pozisyonda tekme tokat, kene gibi yapışarak sarılmalarını seyretti ya da göz yumdu, Carlos’a da kırmızı kart göstermesi gerekirdi Keita’nın yanında ama ne keder, Fenerbahçe’nin 1. golü offside ama ne var bunda adamın aldığı talimat bu (galiba), Penaltı uyduruk penaltı peki sen Galatasaray’lı olsan tıpkısına yakın benzer pozisyonda Nonda’ya gösterdiğin gibi sarı kart göstermezmiydin Alex efendiye, bu listeyi uzatmak mümkün çünkü Fenerbahçeliler gördükleri müsamaha neticesinde ellerinden ne düşmanlık geliyorsa yapıyor ve Fenerbahçeli Bünyamin gezer seyrediyor. Tam bir rezalet…

Bünyamin Gezer’in bir soru üzerine söylediği ruhunun ya da başka yerinin rengini ele veriyor ama kimin umrunda; ne buyuruyor Polis Bünyamin Gezer; “evet sahaya cisimler atılıyordu ama bize değildi” yani Galatasaraylı futbolculara atılabilir hatta atılmalıdır, peki başka ne diyor hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan abisinin atadığı Bünyamin Gezer; “50 bin kiyi o stada gelmiş. Maçı tatil etsem binlerce insan protesto yürüyüşü yapacak, camlar çerceveler indirilecek” hani adam sanki hakem değil de başka bir şey, yahu be adam; polis bile talimata aykırı durumda bütün Taksim’in camı çerçevesinin kırılmasını göze alıyor, sana ne bunlardan sen kuralı uygulasana; ne karar almıştı, Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu “maçtan evvel yaralanan bir hakem olursa maça başlamama kararı almıştı ve hakemlere iletmişlerdi” hadi diyelim o gerilimli anlarda Bünyamin Gezer bunu hatırlamadı ya da hatırlamak istemedi, bize gelen bilgilere göre hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan ile yapılan telefon görüşmesinde hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan neden bunu hatırlatmadı Bünyamin Gezer’e. Peki başka ne karar almış Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu; “kafasına bir şey gelen oyuncu olursa hakem hemen “Oyunu durduracak, santrada diğer hakemlerle toplanacaksınız. Temsilciyi çağırıp gerkli ikazı yapacaksın, Gerekiyorsa anons yaptıracaksın, tekrarında içeri gireceksin ve maçı tatil edeceksin” peki Votka şisesine kadar bu kadar atılan madde var, kafalar yaılıyor, neredeyse gözler çıkacak ama alınan kararın ne önemi var Bünyamin bey için, o aldığı görevi yerine getiriyor. Ülkemizde futbol kurallarına göre ne yaparsan yap yanına kar kalıyor yeterki gücün buna uygun olsun, hele de Müteahhitsen. Düşünün kafasına gözünü çıkarabilecek kadar bir cisim gelen Keita, kafasına atılanlara tepki gösteriyor ve oyun dışı, tabii ki kurallar böyle diyor peki ahlaki bir durum mu? Hayır ama ahlak kimin umrunda. Ama hakem kardeşimiz polis ya genel kanıya uygun olarak; mazlum ve mağdurun cezalandırılmasına devam.

Nihayetinde hakem hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan tarafından atanan hakem Bünyamin Gezer; adını BünYAMAN GEZER e çıkarıp esasen de sahada maç öncesi olduğu gibi maç boyunca da yaman yaman gezdi Galatasaraylı futbolculara karşı.

Fenerbahçe 10 yıldır Galatasaray maçlarını özellikle Kadıköy'de hafta boyunca medyanın yardım ve yatakçılığı sayesinde inanılmaz gererek, hafta sonuna doğru Merkez Hakem Kurulu ve maç saatinde de bu kurulun atadığı hakem sayesinde oynamayı ve kazanmayı mükemmel başarıyor. Tam bir asimetrik psikolojik hareket yürütüyorlar yardımcıları ve yatakçıları destekleri ile. Kutluyoruz.

Şu anda Federasyon cezaları açıkladı, sonuç: Fenerbahçe’ye 2 (iki) maç seyircisiz oynama cezası ve korkarım ki mutlaka tahkim de bunu kaldıracaktır, peki geçen yıl; Ali Sami Yen’de oynanan maçta, sadece su atılmasından ötürü Galatasaray’a kaç maç ceza 5 (beş) işte adalet; işte TFF, işte söylediğimiz bu. Tabii futbol Federasyonu, Mahmut Özgener gibi bir Galatasaray düşmanı, Levent Kızıl gibi bir Fenerbahçe dostu, Mehmet Ali Aydınlar gibi eski Fenerbahçe Yönetim kurulu üyesi, hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan gibi Galatasaray düşmanı MHK Başkanı tarafından yönetilir ve Fenerbahçe de bu ülkenin en başarılı müteahhitleri tarafından yönetilirse olacağı budur, kimse başka bir şey beklemesin.

Bu Federasyon temsilcilerinin ve gözlemcilerin ne iş yaptığı da ayrıca; Galatasaray düşmanı Türkiye Futbol Federasyonu başkanı Mahmut Özgener tarafından açıklanmalıdırlar, acaba onlarda taahhüt sektörü ile ilgili bir iş yaparlar, inşaat malzemesi mi satmaktadırlar yoksa komisyonculuk mu yaparlar, bir güzel öğrensek te rahat etsek, acaba maçtan 30 dakika önce başlayıp maç boyunca devam eden “hepiniz O.Ç nuz” methiyelerini raporlarına yazdılarmı. Böyle soytarılık olmaz diyeceğim ama soytarılık yapanlara hakaretten dava açılabilir hakkımda, o yüzden demiyeceğim. Peki bunlar olurken en büyük gözlemci olan zat; Mahmut Özgener nerede dersiniz, Fenerbahçe stadında. Peki bu önünde olan biten maskaralıkları ve şaklabanlıkları görmüyor mu? Eee kör değil, sağır değil. Peki ne? Onu da siz anlayın artık. Federasyon Başkanı Galatasaray düşmanı Mahmut bey siz “maç sahada oynanır mı diyorsunuz”. AAAA federasyonun kadrolu kargaları bile münasip yerleri ile buna gülüyorlar biliyor musunuz bay başkan.

Peki; Federasyon Başkanı Galatasaray düşmanı Mahmut bey; söylermisiniz bakalım ne yaptınız bu lazer ışığı tutma olayı ile ilgili. Hem de Fenerbahçe’nin kulüp olarak maçtan sonrada kullandığı lazerlerden bu ışıkların özellikle kaleci Leo Franco’nun gözüne tutulması karşısındaki tutumunuzu merak ediyor tüm futbol kamuoyu, ama ben söyleyeyim siz hiçbir şey yapmayacaksınız bu konuda da. Çünkü varlığınız Fenerbahçe’nin varlığına armağan edilmiş bir kere, yapacak bir şey yok sözünüzden dönemezsiniz biliyorum.

Peki , Galatasaray düşmanı Türkiye Futbol Federasyonu başkanı Mahmut Özgener ve Merkez Hakem Kurulu Başkanı hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan ve maçın katlini gerçekleştiren Bünyamin Gezer; “50 bin kiyi o stada gelmiş. Maçı tatil etsem binlerce insan protesto yürüyüşü yapacak” diye bahane uydurarak oynattığınız bu maç neticesinde; herhangi bir gün yaklaşık 32.000.000 (otuaikimilyon) Galatasaray taraftarı Türkiye’nin farklı farklı şehir ve kasabalarında “protesto mitingleri” yaparak alayınızı protesto etse ne diyeceksiniz. Artık yeter

Galatasaray düşmanı Türkiye Futbol Federasyonu başkanı Mahmut Özgener; Galatasaray’a her seferinde Fenerbahçe stadında uygulanan bu mezalimin vahşetin sorumlusu siz olacaksınız bu bilin. Peki şimdi den başlayan 27. haftadaki maç için Galatasaray’a kendi sahasında oynuyor diye aynı müsamahayı gösterecek misiniz? Şimdiden hazırlanan ve “Vuracaksın kıracaksın parçalayarak bu maçı kazanacaksın” sözünü şiar edinenler olursa ve sizin bile tahmin edemeyeceğiniz olayları planlarsalar ne yapacaksınız bakalım? Nasıl bu sorumluluğun üstesinden nasıl geleceksiniz bakalım.

Açıklayın Türkiye Futbol Federasyonunu Fenerbahçe kulübü Başkanı Aziz Yıldırım yönettiğini, behemehal koltuğu da kendisine devredin…

Açıklayın Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu da kurtulalım, belki Digitürk üyeliğimizi de iptal eder hafta sonları doğaya kır yürüyüşlerine de gideriz

Siz Fenerbahçe yönetimi aynı numaraları oyunları bir de Avrupa kupası maçlarında yapsanıza, görelim buyunuzu posunuzu…

Fenerbahçe stadındaki maçlara gerçi bilmiyorum hangi şubede görev yapıyor Bünyamin Gezer ama; emniyetin mutlaka bu maçlara ORGANİZE SUÇLAR ŞUBESİNDEN hakem ataması gerekir diye düşünüyorum. Ancak Fenerbahçe stadındaki organize işleri onlar çözebilirler.

Sonuçta; Müteahhitler Türkiye Futbolunun organize işlerini ayarlamaya uyarlamaya devam ediyorlar. Hayırlı olsun.

Pazartesi, Ekim 26, 2009

BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR

Müteahhit için; taahhüt sözcüğünden türeyen ve "taahhüt eden kişi" anlamına gelen ve iş dünyasında "ben bu işi şu kadar paraya şu kadar sürede yapmayı taahhüt ediyorum" diyen yani kısaca zaman ve bedel taahhütünde bulunan kurum ya da kişidir demektedir sözlükler.

Ancak; zaman zaman haklı ve doğru açıklamaları bulunsa dahi; halkın dilinde üçkağıtçı ve sürekli olarak çalan çırpan ve genel olarak ta en çok kazanan mesleklerin başında gelen bir meslektir. Bir dönem Karadenizliler ile özdeşleşmişse de; 1980 ve de özellikle de Turgut Özal’dan sonra Doğu ve Güneydoğuluların en fazla rağbet edip ve o ölçüde de başarılı oldukları bir iş koludur. Ayrıca erbapları tarafından “elin taşı ile elin kuşunu vurmak” ya da “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” gibi veciz sözlerle tariflenir bu faaliyetler ve herkese uygun ve açık bir alan gibi görünse ve herhangi bir eğitim, bilgi, birikim, deneyim sürecinden geçmesine gerek duyulmayan özellikle bilek, atış ve ateş gücü yüksekliğine dayalı olduğundan mezkur bölgenin yetiştirdikleri alanın en meşhurlarıdır bu günlerde.
Bir kişiye ne işle iştigal ettiği sorulduğunda mühendisim diyorsa görmüş olduğu öğretimi hemen bilir ve anlarız. Berber, tamirci çırağı bile çıraklık eğitim merkezlerinde öğretim görerek, berber ve tamirci sıfatını ancak alabilirken, hemen hemen her meslek sahibi belli bir eğitim ve öğretimden, bu anlamda bir süreçten geçerek mesleğin sıfatını kazanır ancak müteahhitlik babadan oğula geçen bir meslek olup, müteahhitlik gibi belirli özelliği, eğitimi olmayıp yapılabilen başkaca meslekler de vardır, kolayca anlaşılacağı üzere ama yinede acemilik sürecinin iyi pişme ve eğitilme süreci olarak değerlendirilmesi kaydıyla. Genellikle insanların gözünde; iki gözü fer fecir edip gözleri yerinde durmayan, daha çok para nasıl kazanılırın yolunu arayan, bir keçi’den birden fazla deri çıkarmaya çalışan, ama sonuçta da bunu şartlar ne olursa olsun mutlaka başaran kişidir, dünyanın en eski mesleğinin dışında bir zamanlar karnesi de olup, tarihe ikinci karneli meslek erbabı olarak altın harflerle yazdırmıştır kendini, Müteahhit. Bu konuda kendilerine en büyük destek ve bir anlamda da ortak, maalesef öğretim ve eğitim görmüş, mürekkep yalamış Mimar, inşaat, makine, elektrik, elektronik ve harita Mühendisi, jeolog, içmimar gibi meslek erbapları olup, her türlü teknik ve yasal kılıf bulunarak ve hatta yaratılarak kendilerine bu konuda derin ve eşsiz olanaklar sunmaktadırlar.
Hülasa; kelimenin sonundaki iki harf durumun en anlamlı ve önemli safhası oluşturmaktadır; MüteahhİT.
Mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.

İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir. Mezkur meslek erbaplarının, yukarıda sayılan mürekkep yalamış işbirlikçilerinden biri olarak; meslek hayatım boyunca duyduğum en önemli söz : “müteahhit yaptığı işten değil, yapmadığı işten para kazanır” olmuştur, vardır herhalde bir kıymet-i harbiyesi ya da hikmet-i harbiyesi. Hele bu meslek erbaplarının konut sektöründe faaliyet yürütenleri; imar kurallarına ve kanunlarına uygun hazırlanmış imar planlarını asla ve kata sevmezler, bu uygulamalara karşı çıkanlar olursa da gerekirse bizzat politikaya atılarak saf dışı ederler ve imar rantının nasıl yaratılacağını da uygulamalı olarak göstermekten geri durmazlar, Bina yapmayı pek iyi bilmezler ama ne gam ne keder… Buna itiraz edenlerinize her depremden sonra hasar gören binalardaki sayısal fazlalığı ve ölen vatandaşlarımızı örnek verebilirim, ayrıca 1999 yılı depremi sonrası oscar’ı son anda kaçırmışlardır maalesef. Çimentosuz betonarme icadı konusunda uzunca bir mesafe katettikleri ve pek yakında konu ile ilgili uygulamalara başlayacakları konusunda ciddi ciddi haberler yayılmaktadır. Kendilerine başarılar dileyelim.

Peki ben bu herkes tarafından çok iyi bir şekilde bilinen konuları neden mi yazdım.

Son 20 yılda kendi mesleki faaliyetlerindeki başarılarını (!!!) spor alanları ve klüplerine de taşımış olmaları idi benim asıl derdim ama giriş o kadar uzadı ki detayları bir başka yazının konusu olmayı gerçekten çok hak etti. Spor klüpleri konusundaki en önemli ve görkemli örneği Fenerbahçe teşkil etmekte olup, bildim bileli mezkur klübü müteahhitler yönetmektedirler. Peki acaba; ihaleleri gününden önce ve yeterli karlılıkta sonuçlandırabilme kabiliyeti ve meziyeti mi, yoksa bu faaliyetler sayesinde edindikleri diplomasi becerileri mi, mezkur meslek erbaplarının, gerek Futbol Federasyonu nezdinde ve bünyesinde bulunan “Merkez Hakem Komitesi” nezdinde bu çaplı başarılı olmaların doğurmaktadır? Ancak, ister öyle ister böyle Türkiye’nin güzide klübü Fenerbahçe bu konuyla da ilgili olarak, liderliğini sürdürmekte olup, gerekli övgüyü yeterince almakta ve her şeyin “en” ini oluşturmaktadır. Yazıma konu olmasını planladığım 25.10.2009 tarihinde tüm maskaralıkları ve şaklabanlıkları ile oynanan Fenerbahçe-Galatasaray komedisini sonraki yazıma bırakıyorum.

Cumartesi, Ekim 24, 2009

GLADYATÖR - METİN KURT
Vecihi Çıracıoğlu
“Kırklareli’ndeyken ağabeyim Rıfat’la birlikte Beşiktaş taraftarıydık. Kırklareli’ndeki mahallemizde bir Ali Ağabeyimiz vardı. Bakkaldı Al ağabey ve koyu bir Beşiktaş taraftarı idi. Mahallenin çocuklarına siyah-beyaz forma almış, bir takım kurmuş idi. Bakkal Ali’yi sabahları alışverişe gittiğimde, arada bir dükkanında kahvaltı yaparken görürdüm. Onun sadece beyazpeynir ve siyah zeytin yediğini unutmadım. Belki de bugün konuşulan bu hikaye o bakkal Ali’den kaldı. Bunu kim bilebilir? İşte öylesine Beşiktaş’a bağlı, koyu bir taraftardı Bakkal Ali. O yüzden mahallenin tüm çocukları gibi bende Beşiktaş taraftarıydım.” (sayfa 16)

Ankara’da otele gidip, aynı odaya yerleştik Ender’le. Otelde hayatımızda ilk kez bir küvet gördük. Hemen sıcak suyla doldurup sırayla içine girdik. Bütün adalelerimiz gevşemişti. Ertesi gün seçmede tel tel döküldük! Bu konularda bir bilgiye sahip değildik ve genç sporculara yol yordam gösteren, söyleyen, öğreten yoktu… Her sporcu el yordamıyla önce başını duvara bir kere vuruyor, doğruyu sonra kendi kendine öğreniyordu. (sayfa 37)

Altay’da unutamadığım futbolcu Varol Ürkmez’dir. Zamparalık konusunda hakikaten soyadı gibi, ürkmez bir insan olduğu kadar sporculuğu da tam bir gladyatörün hayatıydı. Ürkmeyen bir gladyatör… Bambaşka bir yetenek ve insandı. Anlatmakla bitmez ama anlatacağım anım onun hakkında yeterli bilgiyi verecektir sanırım. İstanbul’a Beşiktaş ile yapacağımız deplasman maçına gemiyle gidiyoruz. Vapurun hareket saatine göre takımın tüm futbolcu ve idarecileri hazırlanmış, bir tek Varol Ağabey ortada yok. Hareket saatine doğru idarecileri bir telaş aldı. Bir süre sonra bir pavyonda sabahladığı haberi alındı. Oraya giden idareciler resmen hasta taşınansedyeyle arabadan indirdikleri Varol ağabeyi vapurdaki kamarasına yerleştirdiler. O sarhoştuki, yürüyecek hali yoktu. Öğle saatlerine kadar uyudu. Eşofmanlarını giyerek güverteye çıktı ve tek başına idman yapmaya başladı. Atlıyor, kalkıyor, jimnastik hareketleri yapıyori ters, düz saltolar atıyor… Velhasıl, tek başına yapılması gereken tüm hareketleri yapıyordu. Vapurda onu gören turistler alkışlamağa başladılar. Karşılarındaki sanki bir animatördü. Varol ağabey duşun altından çıkmış gibi terden sırılsıklam kamarasına gitti ve dinlenmeye çekildi. Aldığı bütün alkolü güvertede güneşin altında falasıyla atmıştı. Ertesi gün Beşiktaş’tan tek puan aldık. 0-0 berabere kalmamız Varol ağabeyin tek başına Beşiktaş’a karşı verdiği savaşla oldu. İşte öylesine bir gladyatördü. ( sayfa 51-52)


O sezon benimle birlikte Tomislav Tavşan adında Yugoslav bir kaleci de transfer olmuştu PTT ye. Tomislav, futbolculara göre çok âlem bir adamdı. İki ayda Türkçe öğrenip Türk futbolculardan daha iyi Türkçe konuşmaya başlamıştı. Konuşmaları teybe kaydedip öyle öğrenmiş Türkçe’yi. Teybin karşısında kendi kendine konuşuyormuş… Çok güçlü ve görenlerin inanamayacakları irilikte elleri vardı. Top neredeyse avcunun içinde kaybolurdu. Bir gün karşı takım oyuncularından biri onu elindeki topu çıkaramaması, degaj yapamaması için perdelemeye kalktı. Tomislav, topu atar gibi yaptı. Rakip oyuncu arkasını dönüp topu aramaya başladı. Tomislav durmuş, rakibe bakıyordu. Hakem ve diğer futbolcularda onlara bakıyorlardı. Tomislav rakibinin omzuna dokunup topu göstererek “bak” dedi. “Aradığın burada” (sayfa 57)

Polonyanın Chorzov kentinde Silezya stadında 60 bin seyircinin önünde o tarihi hezimeti yaşamıştık. Lubanski adlı futbolcuları Milli takımımızı hallaç pamuğu gibi attı. Kalecimiz Ali Altuner Polonya akınlarını durdurmak için insan üstü çaba sarf ediyordu ama birini kurtarıyor, ikincisi gol oluyordu. İlk on dakikada 2 gol yemiştik. Sonra gerisi geldi. Doksan dakikada sadece bir akın yapabildik Polonya yarı sahasında. Sanlı Sarıalioğlu götürdü, Ayhan Elmastaşoğlu’na verdi. Onon şutu hakeme çarparak kaleyi bulmadan dışarı çıktı ve ilk yarı şeref sayımızı atamadık. İlk yarı 2-0 mağlup bitirdik ki, buna şükrediyorduk. İkinci yarı goller arka arkaya yağmaya başladı. 4-0 dan sonrası ne tuhaftır belleğimde değil. Sanlı sakatlanıp çıktı, yerine Eskişehirsporlu İsmail Arca girdi. Sanlı ağabey, yüzündeki acıyla maçtan sonra soyunma odasında “sakatlandım. Yürüyordum, tabela 4-0 dı. Saha kenarına kulubeye geldim 5-0 oldu. İçeri girdim, duş alıp geldiğimde skor 7-0 olmuştu” dedi. (sayfa 59-60)

Güneşspor’un başında, o zamanlar meşhur Avni B. Vardı. Takımın her şeyi oydu. Türkiye’de tanınmış sima idi. Avni B. Bir dönem Güneşspor’a servet harcamış, sonrasında Güneşspor üzerinden servet yapmış bir adamdı. Avni B. Türk futboluna sporcu kazandırdığı söylemleri altında bir simsardı, futbolcu simsarı. Bulur, yetiştirir, satar ve bu işten para kazanırdı. Onu en iyi tanıyanlardan biri de bulup yetiştirdiği, ki o zamanlar diğer takımların beğenmediği, ama Avni B.’un bir eşofman ve bir çift futbol ayakkabısına transfer ettiği, Erman Toroğlu’dur. Toroğlu onun futbolcusuydu. Burada önemli olan konuyu bir anımla açıklamaya çalışayım. Avni B. Devre arasında futbolcusuna bağırıyor. “Ulan” diyor, “ulan bilmem nenin çocuğu!... Bugüne kadar yedektin. Ben seni neden oynattım. Sana kaleye şut mu at dedim. Ben seni bunun için mi oynattım? Dedim mi ulan, sana şut at diye?! Ya top direğe çarpmasaydı da gol olsaydı? Avni B. Buluyordu cevherleri… Toros dağı yaylalarının kartalı Toroğlu Erman beydir. İşte burada kendisini Ankara’nın kurak arsalarından futbolcu olarak yetiştiren Erman Toroğlu’nun, bu gün şikenin kökenini çıkıp televizyon programlarında bunları anlatması gerekir. (sayfa 86)

1970 yılına girerken Zeki Temizler’in transferi yılın bombasıydı ve ayrıca bir futbolcunun transfer ayında mal gibi alınıp satılmasının çarpıcı bir örneğiydi. Transferin ilk günü, Fenerbahçe’nin de peşinde olduğu Zeki ağabey Bursaspor’la 200 bin Tl ye anlaşmış, bu parayı cebe atmış, eski kulübünün kasasına da 240 bin TL göndermişti… Zeki ağabey, gazetelere verdiği demeçte, “Fenerbahçe uyuttu, Bursasporlu oldum” diyordu. Bir gün, “Galatasaraylıyım”, diğer gün “Fenerbahçeliyim” başka bir gün “Beşiktaşlıyım” diyen krampon, bir de baktık ki Bursasporlu oluverdi… Fenerbahçe’nin o yıllarda bir Semai ağabeyi vardı ki, aman Allahım. Fuybolcu gaspı nedeni ile kendisine “hırsız” deniliyordu. Bursasporlu yöneticiler Ulucamii yakınındaki bankaya parayı yatırmışlardı ki, o, punduna getirip Pontiac’ıyla İstanbul!a çoktan uçurmuştu bile.Zeki ağabey iki sene Fenerbahçe’de futbol oynadı. Başarılı olamadı. İkinci senenin sonunda Mersin idmanyurdunda parlayan, Osman Arpacıoğlu için Mersin’e üzerine 200 Tl verilerek transfer edildi… Yıllar su gibi aktı. Karların epey yüklü yağdığı bir kış günüydü. İstanbul’u bilenler bilir; yağmur, kar yağınca taksilere bir şeyle rolur. Taksiler vızır vızır geçiyor ve müşteri almıyorlardı. Epey bir süre geçtikten sonra bir taksi durdu önümde, sevindim… Evin önüne geldik. Parayı uzattım. Şöför, “ utanmıyormusun? Baksana, tanımadın mı beni Metin? Biraz dikkatli baktım Zeki ağabeydi…( sayfa 98-99-100-101-102)

A milli takımın hocası Sabri Kirazdı. Batı Almanya milli maçı geldi çattı. Meşhur 1-1 lik maç. Maçta bir pozisyon oldu. Aldığım topu götürdüm ve Eskişehirspor’lu Kamuran’a aktardım. Almanların Sieloff adında bir liberosu vardı. Kesmek istedi ama ondan önce hamle yapan Kamuran oldu ve topu aldı. Vücut çalımı ile geçti ve karşısında put gibi hareketsiz ve ne yapacağını şaşırmış kalecileri Sepp Maier’in altından uzanamayacağı köşeye topu bıraktı. 1-0 öndeydik. Maçtan önce, Alman kalecisi Maier “gol yersem saçlarımı kazıtırım” demişti. Gol yemişti ama sözünü tutmamış, saçlarının kazıtmamıştı… Golden sonra Cemil çıktı sahneye. Şutlarını atıyor, Maier zar zor çeliyor, gole izin vermiyordu. Almanlar şaşırmıştı ama Maltalı hakem şaşırmamıştı. Bu kez o çıktı sahneye. Muzaffer’in Müller’e yaptığı hareketi penaltı ile ödüllendirdi. 1-1 maç sona erdi. (sayfa 113-114)

Futbolda taktik; taktik uygulayana uygulanır. (sayfa 114)
Futbolcularımızın futbol arenalarında kullandıkları en büyük silahı olan ayakkabıları, Beykoz yapımı Dinyakos marka kösele tabanlı, çiviyle kabaraları çakılı yerli malı kunduralardı. Adını Rum ustasından alan Dinyakos futbol ayakkabılarının sahibi Beykozlu bri rum kunduracı ustasıydı. O zamana kadar postaldan bozma kalçın futbol ayakkabıları kullanılıyordu. Dinakos usta, o zamanlar kullanılan atlet ayakkabılarını ladı ve tabanındaki uzun çivileri sökerek, yerine meşin kabaralar çaktı. Eskisinden çok hafif olan bu yeni futbol ayakkabılarının mucidi olmuştu. Kramponların dilinde, mavi bir kumaş parçası üzerinde adı yazıyordu. (sayfa 115)

13 aralık 1970, Arnavutluk ile yaptığımız Avrupa Kupası eleme maçının devre arasında, hatalı gol yiyen kaleciyi takım kaptanı evire çevire dövmüştü koridorda. Kaleci değil hareket, elini bile kaldıramamıştı. Htalı bir çıkış yaptı, boşta kaldı ve arkasında Cemil (Turan), belki de hayatının en rahat golünü kafasını topa dokunarak attı. Kaleci hata yaptı, hatalıydı ama bunun cezası herkesin trasında dayak yemek olmamalıydı. Aklıma bu olay geldiğinde, reel sosyalizmi hep sorgularım. (sayfa 120-121)

25 nisan 1971, Avrupa kupası eleme maçı. Almanya’da 1-1 berabere biten maçın rövanşında 3-0 yenildik Batı Almanya’ya İstanbul’da. Maç günü geldi çattı. Kampta kadro açıklandı. Ben ilk onbirde yokum. Yedeğim. Yerime B. Mehmet kadroda. Cihat Arman’a haber gönderdim, “yedek soyunmuyorum” diye . Zaten B. Mehmet forvet değil, ortasaha oyuncusu o zamanlar. Daha sonra forvette oynadı. Burada bir dümen daha döndü. Sol görüşlü olmam gündemdeydi yine.(sayfa 122-123)

6 aralık 1971 de Polonya ölüm-kalım milli maçı İzmir Atatürk stadında yetmiş bin kişi karşısında oynadık. 1-0 . Maçın hakemi Bulgar Nikolayev “böyle oynayacağınızı tahmin etmiyordum” diyerek maç topunun beyaz kısımlarını bizlere imzalatmıştı. O maçta enteresan bir olay oldu... Maçın sonuna doğru Zekeriya sakatlanır gibi oldu. Coşkun Hoca, Bursasporlu Vahit’e (Doğan) “git bakalım Zekeriya oynayacak mı, oynamayacak mı?” demiş. Vahit, Zekeriya’nın yanına gidiyor ve, “sen çık ben oynuyorum” diyor. Bir baktık Vahit içeride, ısınmadan çoktan maça girmiş bile. (sayfa 127)

Yıldo, yani gerçek adı Yıldırım Benayyat, müthiş bir gladyatördü. Türkiye doping kontrol merkezi başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer’in TBMM Şike komisyonunda gündeme getirdiği ve bir gazetenin manşetten duyurduğu 1971-74 yılları arasında Galatasaray’da forma giyen futbolculara doping ilacı verildiği iddiası, Türk futbol dünyasını karıştırmıştır. O dönemde Galatasaray’da oynayan “Yıldo” lakaplı Yıldırım Benayyat, teknik direktör Brian Birch’ün kendilerine ilaç verdiğini doğrulayar, “bize verilen ilacın doping mi, vitamin mi olduğunu bilmiyorum” dedi. Birch’ün teknik direktörlüğünde döneminde ilk onbirde fazla yer bulamadığını anlatan Yıldo, “Aradan bunca yıl geçmiş. Şimdi yeniden niye gündeme getiriliyor? En iyisi susmak gerekir. Şimdi yeniden gündem oluşturulmak isteniyor. Bence bu yanlış” diye konuşmuştur… Aslında gerçek gladyatör Yıldo’dur. Şimdi kendini hacı, hocaya vermiş ama oradan da pasaportu almış galiba… Tek tük maçta ikinci yarıda forma giydi. Gladyatör olarak aklıma ilk gelen odur. Brian birch, Yıldo ve bazı arkadaşları antrenman futbolcusu olarak kullanırdı, kalecileri çalıştırmak için. Vur, kır gibisinden antrenmanlarda boksörler gibi kullanırdı… Bir gün Spor yazarları kupasıydı galiba, Beşiktaşla oynuyorduk. Brian Birch onu son on beş dakikada maça aldı. Saha çim. Yıldı topu aldı. Gitti, sürdü ve orta için vurdu. Top, kaleci kontripiyede kaldığı için ters taraftan içeri girdi ve gol oldu. (sayfa 141-142-143)

Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyermiyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giysimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden, seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkanı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada aykta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “ siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. (sayfa 150-151)

Tarihin 13 ocak 1973 ü gösterdiği maçımızı deplasmanda, İtalya’nın Napoli kentinde oynayacaktık. Biz milli futbolcuları, Avrupa futbolunun güçlü ekiplerinden İtalya karabasanı adeta bir canavar gibi ağzını açmış, öylece beklerken, milli takım futbolcularını hedef alan ve kendilerini spor basını olarak tanıtan bazı şarlatanlar bu maçın falına çoktan bakmışlar, sonucu kendilerince çoktan açıklamışlardı. “Hezimet” … Sonunda patladım ve “ spor basını kınıyoruz” başlığı altında bir bildiri kaleme aldım. Sonra da milli futbolculara imzalatarak, Türk Haberler Ajansı aracılığıyla tepkimizi tüm Türkiye’ye duyurdum. Ajansın o zamanki şefi Veysel Serçe beni telefonla arayarak bildiri yasağı olduğunu iletti ve bildiriyi arkadaşlarım adına kişisel demecim olarak geçip geçemeyeceğimi sordu. Olumlu yanıtladım. Onbeş dakika geçmedi ki otel karıştı. Otelde birden buz gibi bir hava esti. Ben önce bir anlam veremedim. Bütün futbolcuların suratları asıktı, tedirgindiler. Ziya (Şengül) geldi. Takım kaptanıydı. “İmzamı silebilir misin bildiriden” dedi. O zaman anladım ki, bildiri otele yansımış, basının tavrı yüzünden. Gazeteciler aramış futbolcuları. Ziya’ya “al senin gözünün önünde yırtıyorum bildiriyi. Bu bildiriyi ben yayınladım tek başıma. Neden korkuyorsun?” dedim ve olayı bütünüyle üstlendim. Ziya’dan tavır öyle gelince diğer futbolcu arkadaşlarım da onu destekledi. Yazdığım bildiri de spor basınını dar görüşlü ve yıkıcı olmakla suçladıktan sonra, dönemim ünlü kalemşörlerine, “ yalnızca İtalya ile mücadele etmek istiyoruz” sözleriyle açıkça meydan okumuştum. “İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştılar” tepkisi geldi… Doğrusu masumane futbolcu tepkisinin anlı şanlı spor medyasını bu denli ürküteceğini hiç ama hiç hesaba katmamıştım. O dönemim yüksek tirajlı gazetelerinden Hürriyet, Milliyet, Tercüman yazdığım bildiriye çok ağır yanıtlar vererek, İtalya’ya gitmeden çizmeyi aştığımı ve İtalya’da boğulacağımı öne sürmüşlerdi. Yazılanların özünde, yenileceğimize dair “peşin mazeret aradığımız” belirtiliyordu... Uçak kalkışa hazırlanırken, yanımda iki kişi belirdi. Bu kişiler adımın Metin Kurt olduğunu öğrendikten sonra, konuşacaklarını söyleyerek, uçaktan inmeme yardımcı oldular! Yetkilerle birkaç oda dolaştıktan sonra, bir sürü dosya incelendikten sonra, uçağa geri dönebileceğim söylenmişti. Uçaktan neden alındığımı sorduğumda, biniş kartı doldurmadığım içim yanıtını almıştım… Hasan Polat, dediğim gibi dürüst adamdı. Federasyon benim kellemi isterken, o, başkan olarak beni hep kolladı. Trabzonluydu ve eski milletvekili idi. Eskiler anlatırlardı, futboluda müthişmiş… Maçı kaybedersek benim Türkiye’ye dönmeme mümkün bile değildi… Milliyet’te, “ Metin Kurt… biz senin komünist olduğunu bilmiyormuyuz?” gibisinden söylemlerle… Ben bir kere çıktım. Maçın en rahat adamı olan İtalyan kaleci Dino Zoff’u kale direğini yalayan bir karış mesafeden auta giden topla elimden kaçırdım… Maçta adeta savaştık. Arkadaşlarımın o maçtaki savaşını ve kalecimiz Sabri Dino’yu unutmam imkansız. Ertesi gün İtalyan gazeteleri, “Türkler, kaleci ve defanslarının hayret verici oyunlarıyla berabere kaldılar” diye yazdı… Maçtan sonra medya ne düşündüğümü sordu. Şu açıklamayı yaptım: “ İtalya karşılaşması öncesinde kalemlerine mürekkep yerine zehir dolduran akrepler, bu sonuç karşısında hemen şimdi kalemlerini münasip bir yerlerine itina ile sokup saklasınlar”. Bu sözlerimi duyanlar oldu, ama okuyan olmadı… Kalemşörlerden biri de Talay Erker denilen gazetecidir. Kendisi, geçmişte Galatasaray’da verdiğim gerek alacaklarım, gerekse sendika mücadelemde bana en yakın duran, destek veren ya da öyle görünen basın elemanlarından biriydi. Sürekli, Milli takım ve Galatasaray kamplarında haber yapmak, yazı çıkarmak ve söyleşiler yapmak için yanımızdan ayrılmazdı… Ama ibre egemenlerden yana dönünce, onun da ibresi o yöne kaydı… Galatasaray takımında süresiz kadro dışı kaldığımda, eski eşimi aleyhimde konuşturarak yazı yazmaya çalıştı… O dönem Alp Yalman’ın dizinin dibinden ayrılmayan, onun işlerini kovalayan kalemşördü Talay Erker… Eskilere gidelim. Alp Yalman bana Tatko’nun bayiliklerinden birini verecekti. Ben de, bir zamanlar benimle aynı evde kalan Ergun Gürsoy, Galatasaray’dan futbolcu arkadaşım Aydın Güleş ve Metin Sözgeçen’le birlikte bir şirket kurup, onlarla bu bayiliği ortak işletecektim. Alp Yalman aldığı karardan korkmuş ya da bir şekilde caymış olmalı ki, bugün yarın gibisinden laflarla bizi oyalıyor… Benim bu konudaki bazı sözlerimi hakaret kabul etmiş olsa gerek, dostu Talay Erker’i kullanarak Hürriyet gazetesinde yalan bir haberi manşetten yayınladı:” Metin Kurt sokağa düştü, Fatih Parkında şarapçılarla yatıp kalkıyor” … ( sayfa 162-163-164-165-166-167-168-169)

Brian Birch, tam bir profesyonel ve spordan para kazanmak için dövüşen baba bir gladyatördü. Kendisi asla eksik tamamlamazdı. “Ben” derdi, “ bu ülkeye, ülke sporunu, futbolunu geliştirmek için gelmedim. Kendime İngiltere’ye döndüğümde ev almak için geldim”. Onun dürüst tarafı buydu. Çok açık ve net konuşurdu. İşinin dışında, alavereye dalavereye girmezdi. İşini bilir, işini yapar ve, “ben işimi yapacağım ve bundan paramı alacağım” derdi. Onun için işini yapan futbolcuları sever, işini sevmeyenlerle asla bir arada olmazdı. (sayfa 175)

Brian Birch, ikinci kez Türkiye’ye Galatasaray’ın başına geldiğinde işleri iyi gitmedi. 1980-81 sezonu…Bir Fenerbahçe maçı öncesiydi…”hocam” dedim, “affına sığınarak söylüyorum Fenerbahçe’nin ileri üçlüsü İsa (Ertürk), Ali Kemal(Denizci) ve Selçuk’tan (Yula) kurulu. Bu üç adamın top kapma özelliği yok. Geriye gelme anlamında özellikleri olmayan futbolcular bunlar. Geride de Cem (Pamiroğlu) gibi, Alpaslan (Eratlı) gibi adamlar var. Bunlar uzun top atıyorlar ve forvet bu topları aldığında bire bir karşılarındakileri geçip pozisyona giriyorlar… Kendi sahanda oyala dur. Tabiri caizse “kuçu kuçu” sistemi… Ertesi gün maçı benim söylediğim taktikle oynadı ve sahadan 1-0 galip ayrıldı. (sayfa 179-181)

Bana verilen süresiz kadro dışı cezası kesinlikle halkın gösterdiği tepkiyle kalktı. Tekstil Fabrikatörü ve Galatasaray yönetim kurulu üyesi Halit Narin, ki kendisini siyasetle ilgilenen herkes tanır, bana verilen cezanın kalkmasından sonra üyelikten istifa etti. Daha sonra kendisiyle bir saunada karşılaştık. “Senin sayende Tekstil İşverenleri Sendikası başkanı oldum. Galatasaray’daki istifa edince vaktim kaldı, beni tekstilciler başkan yaptı” dedi. (sayfa 214)

1 aralık 1974, İzmir’de İsviçre’yi 2-1 yendiğimiz maç. Ali Şen’in müthiş itirafı ve ifşaatı! Yoo, bu işte bir başka iş var! Ya bizim spor basınının üzerine ölü toprağı serpildi ya da Ali Şen çaptan düştü… Ali Şen kalkacak, “Ben bir milli maçta, Yugoslav hakemi ayarladım, maçı kazandık!” diyecek de kimse sesini çıkarmayacak, olcak iş mi bu? Hayır, hayır! Bu işte bir iş var… Söz Ali Şen’de: “Şimdi ne diyeyim, hakemin bir kabahati yok. Düşse penaltı vereceğim? Diyor. Bizim Metin Kurt vardı. Sağaçık oynuyordu. Ben futbolcuya düş diyemem ki. Bunlar benim yapıma aykırı şeyler. Ben zaten bunları tenkit eden kişiyim”. Tabii canım, hiç Ali Şen böyle şeyler der mi? Onun yapısına aykırı. O da öyle diyor, biz de öyle diyoruz… İkinci yarı başladı. On adım ileride Metin Kurt ofsayt, aldı gitti gol yaptı, durum 1-1. İsviçreliler kıyameti koparıyor, sahayı terk etmek istiyorlar. Maç tekrara başladı. İtiraz, dışarı. İtiraz dışarı. Arkadan iki gol, ikisi de beş metre ofsayt. Türkiye :3 – İsviçre:1” Lakin Vatan gazetesi spor sayfası sorumluları Ali Şen’in bir dipnotunu koymuşlar, iki satır ama çok önemli… Ali Şen ne diyordu? Maç 3-1, Türkiye’nin galibiyeti ile bitti diyordu. Meğer maç 2-1 bitmiş. Ali Şen’e göre gollerden birini Metin kurt atmış…hayır o maçta Metin Kurt’un golü yok. Ayrıca ne demiş Ali Şen ilk yarı 1-0 İsviçre lehine bitmiş, ama beraberlik golü 21. dakikada İsmail Arca’dan gelmiş… Dedik ya, bu işte bir başka iş var. Ali Şen böyle müthiş, dehşetengiz bir ifşaat yapacak da onun “ Şansalları, mansalları” alkış tutmayacak. (sayfa 216-217-218)

Gündüz Kılıç’ın eşi Melahat hanımdı. Biz adını “Korkunç Yenge” koymuştuk. Saygıdeğer bir hanımefendiydi ve gerçektende otorite bakımından korkunçtu. O kadar Galatasaraylıydı ki, takımın mağlup olduğu bir maçtan sonra kocasıyla birlikte intihara kalkıştığı o zamanlar anlatılırdı. (sayfa 226)

Galatasaray’da futbola başladığım zamanlar, Gayrettepe, Yıldız Posta caddesinde bir ecde Ergun Gürsoy’la birlikte kalıyordum. Pazartesi günleri izin günüm olduğu için bekar evinde arkadaşlarımızla toplanırdık. Bu arkadaşların içinde Başaran Ulusoy’da vardı.Ergun Gürsoy, Başaran Ulusoy’un muhasebesinde çalışır, tahsilat işlerine bakardı. Bir Ergun Gürsoy bana, Başaran Ulusoy’un kendisini Uludağ’a tatile götürdüğünü ve tatil sonunda harcadığı meblağın yarısını senet olarak imzalatarak geri istediğini söyledi. O akşam, Başaran Ulusoy eve geldi, tartıştım. Ergun Gürsoy işsiz kaldı. Karadenizli bir grup arkadaşın yardımıyla, İnan Kıraç’ın yanına girdi. Daha sonraları Tofaş arabalarının bayiliğini alarak bugünlere geldi. Başaran Ulusoy, Ergun Gürsoy’u Uludağ’a tatile götürmese, hala onun yanında çalışıyor olacak ve belki de bugünkü konumunda olmayacaktı. (sayfa 228 -229)

Doping illetinden biraz daha bahsedeyim, hazır Galatasaray konusundayken. Galatasaray’da varmıydı, yokmuydu? Dopingi ilk Altay’da yaşamıştım. Ta oralardan Galatasaray’a kadar gelmek istiyorum. Doping, sporun başına, insanlığın başına bela olan eroin gibi, veba gibi bir bulaşıcıdır. Dopingi PTT de yapanlar vardı. Ben PTT de yapmadım, yapmazdım. PTT deki futbolcular kendi aralarında alırlardı. Daha çok yaşı geçmiş, güçten düşmüş futbolcular dopinge müracaat ederlerdi. Galatasaray’da doping yaptım. Zaten Galatasaray’da sıradan herkese verilirdi hap olarak ya da şırıngalanırdı. Galatasaray’da K. Adında bir masör vardı. Kendisi de eski futbolcuydu. Beşiktaş’ta oynamıştı. K. doping hapı almayı teşvik ederdi. Söylendiğine göre Turgay Şeren futbol oynadığı dönemlerde bir maçtan önce kendisine iğne yapılmasını istiyor ve doping ondan sonra sistemleşiyor. Galatasaray futbol takımına dopingi getirenin, alıştıranın o zamanlar, “deve” ve “ sürmeli” lakaplı, Turgay Şeren olduğu fısıltı gazetelerinde anlatılırdı. (sayfa 232)

Müthiş hafiye Turgan Ece, baş anarşisti saptamakla yetinmemiş, B. Mehmet ile Yasin’i de yardımcı anarşistler olarak belirlemiş, onları da kadro dışı bırakmıştı. Hızını alamayan o zaman kendisine taktığımız isimle “ Faşist general Turganko” Ekrem ile Aydın’ı da daha sonra kadro dışı kervanına katmıştı. Turgan Ece soyunma odasını terk ettikten sonra, kendi aramızda ona karşı mücadele kararı aldık. Hep bir ağızdan Turgan Ece’nin kadro dışı kararını birbirimize haykırdık. Eylemim ertesi günü Fenerbahçe maçı için kampa girecektik. Takım kaptanı, Yasin ile birlikte basın açıklaması yapmak için Çağaloğlu’na gittik. D,ğer futbolcu arkadaşlar bizi basın toplantısından dönünceye kadar Ali Sami Yen stadında bekleyecekler, kampa girmeyeceklerdi. Yasin ile birlikte yaptığımız basın açıklamasında, Galatasaray’da isyan olmadığını, aksine Turgan Ece’nin provakasyonu ile karşı karşıya kaldığımzı vurguladıktan sonra, onu provakatörlüğe iten nedeni de açıkladık: “ Şampiyonluğun Anadolu’ya yani Trabzonspor’a gitmesini engellemek” Yasin ile Ali Sami Yen’e döndüğümüzde acı bir sürpriz ile karşılaştık. B. Mehmet, Aydın ve Ekrem dışında tüm futbolcular baskılara dayanamayarak kampa girmişti. İsteseydik bu kampı dağıtacak gücümüz vardı. Ancak kampı dağıtırsak, Turgan Ece’nin ekmeğine yağ sürmüş olacaktık. Turgan Ece’yi amacına ulaştırmamak için futbolcu arkadaşlarımızı destelemeyi uygun gördük ve sustuk. Sonuçta, Galatasaray eksik sayılabilecek Fenerbahçe’yi yenerek, hem renklerine gölge düşmesini engellemiş, hem de şampiyonlukların masalarda değil, sahalarda kazanılması gerektiğini apaçık ortaya koymuştur. Tranzonspor şampiyon olunca, elinde bir buket çiçekle TRT’nin Maçka’daki binasına ilk koşan Turgan Ece oldu. (sayfa 240-241)

19 Mayıs 1976 tarihinde bir basın açıklaması yaparak, Turgan Ece’yi çok ağır bir dille suçlamıştım. Basın açıklamasına,”bugün gençlik ve spor bayramı, doğrusu bu açıklamayı yapmak için kurban bayramını seçmem gerekirdi” sözleriyle başlamıştım. Yaptığım basın açıklaması çok etkili olmuş, Turgan Ece’yi iyice sarsmıştı. Bu arda Galatasaray, İstanbul’da Giresunspor’a 3-1 yenilince sarı-kırmızılı tribünlerden, “Turgan Ece istifa, beşler sahaya” sloganı daha gür haykırılmaya başlanmıştı. Turgan Ece’nin yıkılması an meseleydi. İşte tam bu noktada devreye, Abdi İpekçi’nin önderliğinde Milliyet gazetesi spor servisi girdi. İpekçi, Yasin ile B. Mehmet’e “Metin Kurt iyice sola kaydı. Kaybetti. Siz, Turgan Ece’den özür dileyerek kendinizi kurtarın” diyerek, Yasin ile B. Mehmet’e özür diletmiş ve spor sayfasına manşetten sunacağı bir haber yaratmıştı. Bunu o zamanlar basında çalışanlar çok iyi bilirler. Ben de onlardan öğrenmiştim. Her ne kadar sol görüşe karşı olsa da Abdi İpekçi, kendini sağcı, milliyetçi olarak adlandıranlar tarafından iki sene geçmeden evinin önünde silahla vurularak katledilmişti. Yasin ile B. Mehmet’in özür dilediğini okuduğumda benim için Galatasaray defteri kapanmıştı, Kayserispor’a transfer oldum. Ancak, Yasin ile B. Mehmet’i özür kurtaramamıştı. B. Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin de Amerika’ya gitmek zorunda bırakıldı. Turgan Ece ise üç ay sonra bir daha geri dönmemek üzere Galatasaray’dan uzaklaştırıldı. ( sayfa 241-242)

Sözünü ettiğim çevrelere göre futbolcu, aklı aut çizgisinde son bulan ayaktakımıydı. Futbolcu, “ben neyim”, “nereye kadar varım”, “nereden sonra yokum”, “yaptığım işin toplumsal boyutları nerede başlayıp nerede biter”, “kimler tarafından hangi amaçlar doğrultusunda kullanılıyorum” sorularını soramazdı. Bu soruyu soran ve egemen çevrelerce oluşturulmuş sis tabakasını arayabilecek bilince ulaşmış futbolcular, uydurulmuş öykülerle halkın yüreklerinden silinip atılmak istenir. (sayfa 252)

Futbolcu yetiştirme hakkı da kalkacaktır. Bu hakkı şimdi FİFA saptıyor. Sporda gerçek örgütlenme süreci Tekin Bilge’lerin tabela sendikasıyla değil, sporcuların kurduğu Amatör Sporcular Derneği (ASD) ile başlamıştır. O zamanlar, geçmiş dönemde, spor bakanı görevinde bulunan Fikret Ünlü, Amatör sporcular derneği başkanlığı görevinde bulunmuştu. Ben genel sekreterdim. İstanbul sorumlusu Eser Özaltındere (milli takım ve Galatasaray eski kalecilerinden ve kaleci antrenörü), Ankara’da da milli atletler görev yapıyordu. (sayfa 258-259)

Gökmen’in bir ayı hikayesi var, çok ilginç ve esprilidir. Yeniköy’de Charton Oteli vardı bir zamanlar, sonradan yıkıldı. Sahildeydi. Orad kamp yapıyoruz. Brian Birch teknik direktör, Çoşkun Özarı da koordinatör. 12 mart askeri darbesi olmuş, radyo’dan sürekli sıkıyönetim bildirileri okunuyor. “Sıkıyönetimin bilmem kaçıncı bildirisidir. Falan filan …” gibisinden. Maç yemeğini yedik, takım okundu, maç saatini bekliyoruz hareket etmek için. Ben, Gökmen, Çoşkun Özarı ve birkaç arkadaş daha otelin lobisinde oturmuş konuşurken, Suphi (Soylu) geldi heyecanla. Çoşkun Özarı’ya “Ağabey, Gökmen’in yerine kim oynayacak” diye sordu. Hepimiz şaşırmıştık. Çoşkun Özarı “ Hayrola, neler oluyor” gibisinden bir şeyler dedi. Suphi “ Ağabey duymadın mı? Artık ayı oynatmak yasaklandı, sıkıyönetim bu konuda bildiri yayınladı” dedi.(sayfa 274-275)

Kayserispor, Türkiye 2. ligi takımıdır… Üzeyir Molu adlı kişi zorla getirildiği klüp başkanlığı koltuğunda ilk demecini veriyor. “Eğer, Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi meydanda asarım…” Molu’nun bu demeci üzerine dönemim ünlü medya mensupları kendisiyle görüştüler. Gündüz Kılıç, Molu’ya sorar. “ Eğer siz Kayserispor şampiyon olmazsa kendimi şehir meydanında asarım, diyorsunuz. Futbol topu meşin yuvarlak, her yanı oynak. Nasıl hayatınızı bile bile riske ederek, kendimi meydanda asarım diyorsunuz”. Molu’nun cevabı açık ve nettir: “Gündüz bey, bu sezon futbol topu yuvarlak değil, dörtköşedir…” Sezonun en son maçı Trabzonspor-Güneşspor maçı. Güneşsporlu futbolcular Trabzon havaalanında uçaktan iniyorlar ve bir güzel sopa yiyorlar. Dayak atanlar, daha önceden oraya pusu kurmuş Kayserispor taraftarları. Sonuçta, Güneşsporlu futbolcular, can güvenliğimiz yok, diye Ankara’ya geri dönüyorlar. Trabzon, maçı 3-0 hükmen kazanıyor ve averajla Kayserispor 1. lige çıkıyor. Molu kendini asmaktan kurtardığı gibi Kayseri’de kahraman oluyor. (sayfa 278-279)

Türk futbol tarihinde, taraflı tarafsız tüm sporseverler için Metin Ağabey (Oktay) efsane bir isimdir… Özel yaşamında tüm insanlara karşı derin bir sevgi beslemiş, her zaman dara düşen sporcuların ve dostlarının Hızır gibi imdadına- maddi veya manevi- yetişmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’nın idamına karşı yürütülen imza kampanyasına katılarak onların verdiği mücadeleye karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermişti. Onun bu yanını insanlarımızın çok azı bilir. (sayfa 284)